Günah ve hatalarından dolayı dost ve arkadaşlarımızı feda etmeyelim. Kusurlarından dolayı onları kaldırıp bir kenara atmayalım. En yakınımızda o kadar çok yılan, çıyan ve akrep var ki.. atacak ve uzaklaştıracaksak o yılanları, çıyanları ve akrepleri atalım, uzaklaştıralım. Evet, en sinsi ve zararlı düşmanlar en yakınımızda, bizim kendi nefislerimizde yuvalanmıştır.
İnsan için, onun kendi nefsinden daha keskin ve daha yavuz bir düşman yoktur. Öyleyse, insan o pis nefsinin hatırı için kardeşlerine karşı tavır almamalı.. olabiliyorsa kendi nefsine düşman olmalıdır. Zira, düşmanlığın elinin öpülebileceği bir yer varsa o da insanın kendi nefsine karşı düşmanlığıdır.
"Benim görüşlerim isabetli, başkaları yanılıyor; anlayamıyorlar beni." türünden ifadeler kesinlikle şeytanın mırıltılarıdır. Buna benzer benlik yörüngeli düşünce ve sözlerin melekle alakası kat'iyen yoktur. Dahası, anlaşılamamayı bahane edip iftirak çıkarmanın ve bunu müminler arasında küskünlük bahanesi yapmanın dinimizle de, gönlümüzle de alakası yoktur. Bizim gönlümüzle alakası olan şey, ne yapıp edip herkesle anlaşma yolları bulmak, ortak paydalarda buluşmak ve bir insanlık örneği sergileyerek kobralarla bile kavgasız yaşamaktır.
Öyle inanıyorum ki, belli bir davaya gönül vermiş seviye insanları akıllarından geçen şeylerden dahi muâheze olur ve seviyelerine göre cezalandırılırlar. Her menfi hadisede kendi nefislerini suçlamıyor; haklı olsalar da, ihtilaf mevzuu yapmamak için meselelere daha mülayim yaklaşmıyor ve anlaşılsa da anlaşılmasa da, sözlerine değer verilse de verilmese de, her şeye rağmen gönül birliği yaptığı arkadaşlarıyla omuz omuza, Rızayı ilahî ipini göğüslemek için yürüme azim ve gayretinde bulunmuyorlarsa, istek ve maksatlarının aksiyle karşılaşır, şefkat tokatı yerler.
"Şefkat tokatları"nın anlatıldığı lem'a, ilk çocukluk döneminde okuduğum bölümlerdendi. Fakat, ben şimdi daha iyi anlıyorum o meseleyi. Üstad Hazretleri, "hizmeti Kur'aniye'nin kerametleri dediği" bu tokatlardan misaller veriyor ve engin tevazuuyla, ilk misalleri de kendi hayatından anlatıyor.
"Meselâ, bu biçare Said, Van'da dersi hakaiki Kur'aniye ile meşgul olduğum miktarca, Şeyh Said hâdisâtı zamanında vesveseli hükûmet, hiçbir cihette bana ilişmedi ve ilişemedi. Vakta ki, neme lâzım dedim, kendi nefsimi düşündüm, âhiretimi kurtarmak için Erek Dağı'nda harabe mağara gibi bir yere çekildim. O vakit sebepsiz beni aldılar, nefyettiler; Burdur'a getirildim." diyor. Dikkat ederseniz, tokatın sebebi bir günah, çirkin bir fiil değildir; Üstad, ahiretini düşünme ve evrâd u ezkârıyla meşgul olma gibi çok samimi ve masumca bir arzudan dolayı te'dip edildiğini anlatıyor.
Şefkat tokadı olarak verilen misallerden birisi de şudur: "Hizmeti Kur'aniyenin pek mühim bir âzâsı olan Hulûsi Bey, Eğirdir'den memlekete gittiği vakit, saadeti dünyeviyeyi tam zevk ettirecek ve temin edecek esbab bulunduğundan, bir derece, sırf uhrevî olan hizmeti Kur'aniyede fütura yüz göstermeye dair esbab hazırlandı. Çünkü, hem çoktan görmediği peder ve validesine kavuştu, hem vatanını gördü, hem şerefli, rütbeli bir surette gittiği için dünya ona güldü, güzel göründü. Halbuki, hizmeti Kur'aniyede bulunana, ya dünya ona küsmeli veya o dünyaya küsmeli; tâ, ihlâsla, ciddiyetle hizmeti Kur'aniyede bulunsun.
İşte, Hulûsi'nin kalbi çendan lâyetezelzel idi. Fakat bu vaziyet onu fütura sevk ettiğinden, şefkatli tokat yedi. Tam bir iki sene bazı münafıklar ona musallat oldular. Dünyanın lezzetini de kaçırdılar. Hem dünyayı ondan, hem onu dünyadan küstürdüler. O vakit vazifei mâneviyesindeki ciddiyete tam mânâsıyla sarıldı."
İşte, Üstad Hazretleri, hem kendi başından geçen ve hem de talebelerinin yaşadığı şefkat tecellilerini anlatıyor. Ve "ne zaman şahsî füyuzât hislerimi düşündüm; yani, Allah'la münasebetimi, manen yükselmemi düşündüm, tokat yedim." diyor. Evet, "emri bil ma'ruf nehyi ani'lmünker" vazifesinin farzlar üstü bir farz haline geldiği bir zamanda; "Neme lazım, çekileyim bir mağaraya, kendi ibadetimi yapayım.." diye düşünmenin tokatlanmaya sebep olacağını ihtar ediyor.
Demek ki, bizim nefislerimizin arzu ve istekleri değil, hatta şahsî füyûzat hislerimiz de değil, O'nun adının yüceltilmesi en büyük mesele. Bazı zamanlar olacak ki, Rabb'imize karşı şahsi ubudiyetimiz bir adım geriye çekilecek, el bağlayacak ve şöyle diyecek, "Ben şimdi tâbîyim, ey Rabb'imi başkalarına sevdirme vazifesi, sen metbûsun; îlâyı kelimetullah, sen metbûsun; hakkın yüceltilmesi, sen metbûsun."
Cennete sekiz kapıdan birden girmek, bildiğimiz kadarıyla sadece Hz. Ebu Bekir'e (ra) nasip olacaktır. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), bir tek insana işaret etmiş: "Ebu Bekir, Sen sekiz kapının hepsinden birden gireceksin." demiştir. Bu giriş, Miraç'ta Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem), bir anda her yerde bulunması gibi nuraniyet sırrıyla olacaktır. Peygamberlerden başka hiç kimseye verilmemiş bir pâyedir bu. Belki de, peygamberlere bile verilmeyecektir bu ihsan. Mutlak fazilette Peygamberler daha üstün olsalar da, sadece bu hususta Hazreti Ebu Bekir bazı Enbiya-ı İzam'dan daha faziletli olabilir. Çünkü, Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), 'Hazreti İsa, Hazreti Musa' demiyor, "Sen" diyor, Hazreti Ebu Bekir'e, "sen sekiz kapıdan birden gireceksin." İşte, eğer biz bir yüksek mefkûreye gönül vermişsek, cennetin sekiz kapısı birden açılsa, onu kendine has güzellikleriyle görsek ve bize, girip orada kalmakla, dünyaya dönmek arasında seçme hakkı verilse, bu hak verilirken de "Dünyada kalırsanız O'nun adının yüceltilmesi yolunda istihdam edileceksiniz." dense, tercihimizin ne tarafta olacağı bellidir.
Bazıları, Yunus Emre'nin, "İsteyene ver Sen onu, bana Seni gerek Seni." demesini tenkit ediyorlar. Bu sözü, cennet gibi bir nimeti beğenmeme şeklinde değerlendiriyorlar. Hayır, ne Yunus'un sözünde ve ne de bizim, bir tercih yapmamız istense, "cenneti bile muvakkaten bırakıp Cenâb-ı Hakk'ın adını muhtaç sinelere duyurma"yı seçmemizde hâşâ cenneti hafife alma söz konusu değildir. Biz, bir yüce idealin nasıl bilinmesi ve ona nasıl sahip çıkılması lazım geldiğini anlatmaya çalışıyoruz.
Gönlümün bu istikamette attığını hissediyor ve bu tercihin aksini hiç düşünemiyorum. Dostlarımın da aksini düşüneceğine ihtimal vermek istemiyorum.
Öyleyse, bu mühim vazife karşısında "Ben dedim de.. bir muhkem kaide gibi sözler söyledim de... beyanım kulak ardı edildi, ya da yoruma tabi tutuldu.. dinlenmedi." Hiç lafı olur mu bu küçük şeylerin? Cennete bile "Darılma; ama biraz bekle." demesi gereken insanların "benim sözüm, benim fikrim, benim zekam, benim anlayışım..." demesi pek çirkin değil mi?
Ne olur, bir defa da, sizi tenkit eden, sözlerinizi beğenmeyen ve yüzünüze kaba laflar savuran insanlara karşı bile "Ne iyi ettin.. tam beni anlattın, çok teşekkür ederim." demeyi ve nefsinizi kınamayı deneyin? Hele bir de; muhataplarınızın doğruluğuna inandırın kendinizi.. On defa, yirmi defa, "Sen haklısın, ben de müstehak." deyin.. Rabb'imin rahmetine itmat ederek söyleyebilirim ki, siz uhuvvet ve ittifak için bu kadarcık bir iradî gayret gösterirseniz, Cenâb-ı Hak da muhatabınızın gönlünü yumuşatacak, kalplerinizde sevgi hasıl edecek ve işlerinizi başarılı kılacaktır.
Bu Sayfayı Sitenizde İktibas Edin